Once sorunun adini koyun!

PROF. DR. DOĞU ERGİL, GÜL İLE ASKERİ VE SİVİL BÜROKRASİYİ ELEŞTİRDİ. ERGİL, DEVLETİN ÖNCE SORUNUN ADINI DOĞRU KOYMASI GEREKTİĞİNİ SÖYLEDİ.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğu Ergil, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kürt sorunuyla ilgili sözlerini gazetemize değerlendirdi. Türkiye’de askeri ve sivil bürokraside sorunun tanımına ve çözümüne ilişkin bir konsensüsün olmadığını vurgulayan Ergil, bu nedenle Gül’ün sözlerinin bütüncül bir yaklaşım ve yönelişin ürünü olmadığını söyleyerek, sorunun adı konmadan bir çözümün de mümkün olamayacağına vurgu yaptı. Halk “artık bu iş böyle çözülmez” demedikçe çözümün “başka baharlara kalacağını” belirten Ergil, sorunun denenmiş yöntemlerle çözülmesinde ısrar etmenin “akla ziyan bir çaba” olduğunu ifade etti.

Cumhurbaşkanı Gül’ün, “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin. Bu sorun Türkiye’nin birinci meselesidir” sözlerini nasıl değerlendirmek lazım? Daha önce Özal ve Demirel de benzer sözler sarf etmişlerdi. Yine benzer bir durum mu, yoksa yeni bir yöneliş mi var?

Bir kere Türk resmi çevrelerinin, sivil ve askeri bürokrasinin Kürt sorununu algılayış ve çözümüne yönelik net bir anlayışı söz konusu değil. Daha olayın tanısı konmamıştır. Şimdiye kadar hep “asayiş meselesi” dendi. Bu anlayışa göre bir suçlu vardır ve o suçluya cezai bir işlem uygulanır. Bu inzibati bir takibattır. Şimdiye kadar bu uygulandı. Arada bu uygulamaya aykırı bir takım şeyler de olmaya başladı. Örneğin Kürtçe müzik ve konuşma yasağının kalkması, TRT Şeş’in açılması gibi. Bunların hepsi Eski Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “Size ne oluyor, komünist partisi gerekirse biz kurarız” demesi gibi “Kürt sorununu Kürtler tanımlayamaz, biz tanımlarız. Gerekirse biz çözeriz, ama bu çözüm bizim istediğimiz çözüm olacaktır” anlayışından hala vazgeçilmiş değildir. Şu ana kadarki uygulananlar hep resmi görüşün el verdiği ve esneyebildiği alanda gerçekleştirilmiş şeylerdir. Yoksa Kürt sorununun bir bütün teşhisi ve ona uygun bütüncül bir yaklaşımın eseri veya parçaları değildir.

Devletin en üst kademesindeki kişi olan Cumhurbaşkanı “Çözüme yönelik bir şeyler olabilir” dedi…

Tanımı yapılmamış problemin çözümü söz konusu değildir. Doktor bile hasta gittiğinde “Neren ağrıyor?” diye sorar. Ortada bir hastalık varsa, buna ameliyatla mı, ilaçla mı çare bulunacak karar verilir. Ama Türkiye’de hastalık teşhisi yapılmış değil. Biz “Niye hastasın” diye hastayı dövüyoruz. Eskiden “Cin çıkarma” vardı. Onun gibi “Cin çıksın” diye hastaya köteği basıyoruz. O yüzden Sayın Gül’ün “Kürt sorunu” demiş olması çok önemli. “Kürt yoktur”dan Kürt sorununun var olduğuna ya da “Kürtlerin sorunlu olduğuna” geldik. Bu çok büyük bir aşama.
İkinci önemli şey, bu sorunun en önemli sorun olduğunun kabul edilmiş olması. Bir önceki aşamada Genelkurmay Başkanı “Türkiye tarihinde hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı” diyordu. “Türkiye’nin dışından ve Türkiye’nin içindeki elemanlarla birlikte bizim yok olmamıza, parçalanmamıza neden olacak” diye bir bakış açısıydı bu. Şimdi Abdullah Gül’ün söylediği çok daha basit, çok daha yerel: “Türkiye’nin en önemli sorunu”. Doğrudur, Kürt sorunu Türkiye’nin ekonomik, hukuki, siyasi ve sosyal yönden en önemli sorunudur. Bunun farkına varmadan, hala işlemeyen ve bu ülkeyi daha da parçalayan, umutsuzlaştıran, gelişmesini tökezleten bu yöntemlerde ısrar etmek –hıyanettir demiyorum ama- akla ziyan bir beceriksizliktir.

ABD Irak’taki askerlerini Afganistan’a gönderiyor. Bu süreçte Irak’ta görece bir istikrar için ABD bu tür girişimler için zorlayıcı olabilir mi?

Bir kere Irak’taki Kürtlerle Türkiye arasında bir çatışma olmaz. Çünkü Kürtler böyle bir şeyi, ABD’nin orda gücünün giderek azalmaya başladığı bir süreçte göze almayacaklardır. ABD’nin istediği de Irak’ın bütünlüğünü korumak. ABD de biliyor ki, doğacak bağımsız bir Kürt devletini kimse koruyamaz. İran, Suriye, Irak’ın Arapları ve Türkiye bastıracaktır.
Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmesi öncelikle Türkiye için gerekli ve iyidir. Çözdüğü takdirde Kuzey Irak Kürtlerini bir tehdit olarak algılamayacaktır ve tabi bu Irak’ın istikrarı için de katkı sağlayacaktır. Ama bunun için de Kuzey Irak Kürtlerinin de “PKK bizim sorunumuz değil, Türkiye’nin sorunudur. Kürt Kürtle savaşmaz” inadından vazgeçmesi lazım. Komşularını rahatsız eden silahlı yabancı bir unsuru kendi bünyende barındırmakta ısrar edersen, komşularının uluslararası hukuka göre sıcak takip hakkı doğar ve o zaman senin topraklarına sürekli girerler. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi de bu çelişkiyi çözmeye çalışıyor. Bu çelişkinin çözümünde Türkiye’deki Kürt sorunun çözümü birinci derecede rol oynayacak. Ama bu çözümde bölgesel Kürt yönetiminin PKK’ya karşı nasıl davranacağının da etkisi var. Bunlar birbiriyle çok yakın ilişkide olan sorunlar.

Çözüm?

Çözüm yok. Sorun burada zaten. Karar verici aktörler birden fazla. Görüşleri hem net değil, hem de kendi içlerinde uzlaşmış değiller. O yüzden hâlâ çözüm yok. Genelkurmay Başkanı “Pişmanlık Yasası’nı genişletelim” diyor. Böyle çözüm olmaz. Beğenelim beğenmeyelim, insanlar hayatını vermeye değer bir dava uğruna dağa çıkmış. Bundan pişmanlık değil, gurur duyuyorlar. Pişmanlığın genişletilmesi gibi öneriler bütünü görmeyen, palyatif yöntemler.
Kimden imdat bekleniyor? “Terörist insafa gelsin, silah bıraksın, pişman olsun”. Ya da “Kürt feodal ağalarını, aşiret reislerini silahlandıralım, onlar da silahlı adamlarıyla PKK’nın üstüne gitsin.” Bunlar perakende öneriler.
PKK’dan çok daha fazla sayıda korucu var. Korucu reisleri aynı zamanda aşiret reisleri. Halbuki “Doğu Anadolu’nun az gelişmişliği ve feodal yapısından ötürü PKK sorunu doğdu” denmiyor muydu? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Feodaliteyi devlet parası ve gücüyle kuvvetlendirirken, bundan doğduğunu savunduğun bir sorunu nasıl çözebilirsin. Yani ortada teşhis olmadığı için çözümün olması da mümkün değil. Çözüm başka bir bahara kalmış. Çünkü Çözüm için Türkiye ve bürokrasi hazır değil.
İkinci bir sorun da, bürokrasi ve siyasi kadroları bir nihai karara itmek için maalesef bir kamuoyu baskısı da yok. Çünkü bu iş “Vatan elden gidiyor” şeklinde bir gerekçeye dayandırıldı. O yüzden kendi içimizde sürdürdüğümüz bu savaşa katılmazsak “Vatana ihanet etmiş” oluyoruz. Çocuklarımızı kaybettiğimizde “Vatan sağolsun, ikincisini gönderirim” demezsek kötü ana-baba oluyoruz. Halk, “Bir ülke içinde savaş olmaz. Bu işin orduyla değil, başka araç ve yöntemlerle çözülmesi gerekir” deseydi bu iş başka türlü çözülebilirdi. Siyasi kadrolar ve güvenlik bürokrasisi eski ve işlemediği anlaşılan yöntemlerde bugüne kadar ısrar edebilmişse, bunun nedeni bu konuda halkın yeteri kadar baskı uygulayamamış olmasıdır.

DTP’nin burada rolü ne olabilir?

DTP belirli bir birikimin, belli bir iradenin yansımasıdır. Arkasındaki geçmiş silahlı mücadelenin ve hâlâ bu mücadeleyi sürdüren silahlı örgütün siyasi bir yansımasıdır. Kendilerinin de bunu sakladıkları yok. Ama kendilerine oy vermiş birkaç milyonluk bir halk kesimi var. Hakikaten demokrasiye inanıyorsak, belirli bir halk kesiminin bu silahlı mücadeleyi hangi gerekçelerle desteklediğini sormak zorundayız. Kimse adam öldürmeyi, bombalamayı kabul etmez. Bu gayri insani bir şeydir. Hiçbir rejim korku, yıldırma ve ölüm üzerine kurulamaz. Eğer bu mücadele belirli gerekçeler adına yapılıyorsa, demokratik bir toplumda “Bu gerekçeler nedir” diye destekçileri karşına alıp konuşman lazım. Bu hiç yapılmadı. Hâlâ bugün askeri de, sivil siyasetçisi de ‘Ben konuşmam onlarla” diyor. Konuşmazsan ne olacak? O zaman silahlı mücadele devam eder. Bunu söylemeyi kimsenin göze almaması lazım. Demokratik bir ülkede bunu söyleyenden hesap sorarlar, “Sen benim çocuğumu alıp ölüme gönderemezsin” derler. Bu ülke dışında, toplu yaşama kastetmiş bir düşmandan bahsetmiyoruz. İçerde belirli şikayetleri ve sorunları olan bir kitleden söz ediyoruz. Onu dinlemek zorundasın. Siyasetin gereğidir bu. Sen güvenlikçiysen görevin benimle kavga etmek değil, güvenliğimi sağlamaktır. Zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Bundan sonra bir melodi, bir toplumsal konsensüs çıkartamıyoruz. Dayanışmacı, ahenk içinde gerçek bir millet olsaydı bu kavga bu kadar sürmezdi. Şimdi başka tanımlar üzerinden yeni bir millet yaratmalıyız. O nedenle bu anlayışın değişmesi lazım. Anlayışın değişmesi için de bu toplumun siyasetçisini, askerini yani karar alıcılarını zorlaması lazım.

Yani halkın “Bu iş böyle gitmez” demesi en kritik nokta diyorsunuz…

Evet. Halkın “Buraya kadar uygulanan yöntemler yeterli değil ki bu sorun çözülemiyor. Bu sorunun tanımını değiştirin, çözüm yöntemlerini bulun” demesi lazım. Bugüne kadar bu olmadı, çünkü halk yıldırıldı. Bunları söyleme teşebbüsünde bulunanları susturdular. Halk “Ben refahımdan, geleceğimden ve çocuklarımdan vazgeçerim. Devam etsin bu” diyorsa, o da müstahaktır zaten. Halk “Hayır burada duralım. buradan sonrasına gidilmiyor” derse, her şey değişir.
(Evrensel)

KÜRT KONFERANSI

Kuzey Irak önderleriyle görüştüm. Daha ortalıkta ne hazırlık, ne tarih, ne de tarafların tespiti var, sadece niyet var. Türkiye’de de bu konuda bir ortak anlayış yok. Türkiye oraya gittiğinde PKK’nın temsilcilerinin gelmesini istemeyecektir. Türkiye’de “Bu konferans PKK’ya silah bıraktırmak için yapılıyor” gibi bir yanlış anlama var. Aslında tam tersine, bütün civar ülkelerden Kürtlerin bir araya gelmesi demek, bir ‘Pan-Kürt’ fikrinin var olduğuna vurgudur. Bu bölgedeki bütün devletleri tir tir titreten bir gelişmedir. Çevre ülkelerden özgürlük ya da bağımsızlık mücadelesi verenlerin bir araya gelmesinden kim hoşlanacaktır? Türkiye’de bir tane resmi sıfatlı adam hoşlanacak mıdır? Bu toplantıya katılmak ve dinlemek ister mi? Dinlemek isterse kendisine niye orada bulunduğu sorarsa amirleri nasıl cevap verecek? Bunu geçmiş tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Orada konuşulacaklardan en ufak bir kuşku duyulduğu zaman Türk hariciyesi oraya kimseyi göndermez. Çünkü kendini bağlayacağını zanneder. O yüzden böyle bir konferansın gerçekleşmesi hiç de kolay değil.

‘TÜRKİYE BURADA YAŞAYAN HERKESİN’

Ertuğrul Özkök, “Öcalan’la görüşmek istiyorum” dedi, Hasan Cemal Karayılan’la görüştü. Bunların ardından Gül’ün açıklamaları geldi. Çözüm için bir adım atılacakmış havası mı yaratılmak isteniyor?
Öncelikle Ertuğrul Özkök’ün gazetesinin “Türkiye Türklerindir” lafını değiştirmesi lazım. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. Biz bu ülkeyi Türk olmayan herkese zindan ettik. Bir kısmını görmedik, bir kısmını sürdük, attık. Yani en önce o ırkçı bakış açısından vazgeçmek lazım. Görüşmek istiyor. Ama sen önce o dışlayıcı simgelerden kurtar bir kere kendini. Hâlâ Kürt sorunundan bahsediyorsak ve bu ülkenin yurttaşlığını Türk olmak üzerinden tanımlıyorsak, bir de “Türk sorunu” var demektir. Herkesi içine alabilecek bir tanım üzerinden herkese eşit ve aynı birliğin üyesi olmaktan memnun olacağı bir yurttaşlık olgusu yaratamadık.


‘SİSTEM MİLİTARİZE EDİLİYOR’

Ülkenin hudutlarını dış tehditlere karşı koruması gereken orduya, bir iç tehdit algılamasına uygun olarak polisiye işlev yükleyerek, sistemi militarize ediyoruz. Sonra kendi kendimize iftarla “ordu-milletiz” diyoruz. Orduyla milletin ayrılmadığı sosyal evrim aşaması kabiledir. Bu Türkiye’nin sosyal gelişimini ve işlevsel işbölümünü engellemiştir. Dolayısıyla silahlı kuvvetlerin siyasete müdahalesiyle siyasetin olgunluğa varması da engellenmiştir. Bugün bir ekonomik kriz yaşanıyor. Türkiye bu badireyi IMF ile anlaşma yaparak 20 ile 30 milyar dolar kredi alarak aşmaya çalışıyor. Hükümet Sözcüsü Cemil Çicek’in ifadelerine göre Güneydoğu’da asayiş için 300 milyar dolar harcanmış. Buna rutin askeri giderleri de eklersek, 400 milyar dolardan aşağı değildir. Bir ekonominin düzlüğe çıkması için 20-30 milyar dolardan bahsederken, dağlarına taşların 400 milyar dolar gömmek bu ülkenin gelişmesinin, insanın refah düzeyinin artmasının, hep tekrarlanan “uygarlık yarışında muasır medeniyetlere ulaşmanın” önünde çok büyük bir engeldir.


0 Kommentare: